Saturday, December 24, 2011

Güneş Gazetesi Köşe yazım Amerika

AMERİKA ORADA, AMA YÜREKLER TÜRKİYE’DE
Okyanus ötesinden sizlere bir şeyler yazmak istedim. Güneş Gazetesini okurken adeta gözleri parlıyordu, memleket hasreti çektiklerini anlamamak olanaksızdı.
Amerika sözcüğünün yanında büyük sözcüğü eş anlamlısı gibi kullanılmalı. Tuvalet kağıdınızdan tutun masadaki tabağa kadar hepsi dev kadar büyük. Bir lokantaya gittiğiniz zaman şaşırıp da iki kişi için iki kişilik yemek isterseniz bir paketi taşımak zorunda kalabilirsiniz. Amerika’da artan yemeklerinizi güzel bir paket haline dönüştürerek yanınıza verirler. Bazen bir akşam yemeği ertesi günkü öğlen yemeğine de artabilir. Bizim de gittiğimiz lokantalardan birinde yemeğimiz bir kuğuya, bir ördeğe ve bir çiçeğe dönüştürülerek elimize verildi. Başka bir lokantada masaya gelen Kobi etini elde edebilmek için altı ay süreyle bira ile beslenen dananın eti ızgara halinde masamıza geldiğinde yememek çılgınlık olabilirdi. Okyanus kenarındaki lokantada Japon garsonlar hizmet ediyordu.
Amerika’da İngilizce bilmeniz de çok gerekmez aslında, sizin konuştuğunuz İngilizce ile tam anlaşılmanız da hemen hemen olanaksızdır. Neredeyse bir korkuya kapılırsınız, “Ben dil bilmiyor muyum?” diye düşünebilirsiniz. Her zaman devlet yanınızdadır, size her konuda tercüman verebilir. Ehliyet almak istediğinizde kendi dilinizdeki testle de başvurabilirsiniz, konuşmanız ve dili öğrenmeniz için zorlamaz. Devlet yönetimindekiler, kamu hizmeti yapanlar konuşsun yeter. Amerika bu özellikleriyle tabi ki özgürlüğün sembolü olarak görülebiliyor.
Buradaki karşılaştıklarınız hepsi kendi diliyle İngilizce’yi karıştırıp konuşurlar. Yani yarı Japonca- yarı İngilizce, Yarı Türkçe- yarı İngilizce bir dille konuşurlar. Araya karışan ve İngilizce olmayan sözcüklerle dil başka bir hale, anlaşılmaz bir duruma gelebilir. Zannedersiniz ki her sözcük sizin duymadığınız, henüz kulağınıza gelmeyen bir İngilizce sözcük gibi sizi şaşırtır. Bu yüzden kendinize güveniniz kalmayabilir. Üniversitelerde Amerikan İngilizce’sinin ne olduğunu hemen anlarsınız.
Bilgi sözcüğünün yanında da Amerika’daysanız gizli sözcüğü eklenmeli. Amerika’da size kimse bilgi vermez. Kimse kendi işi olmayan bir konuyla ilgilenmez. Ne ev işiyle ilgilenirler ne de alım satım vergisi var mı yok mu, ya da bir başka kanun maddesi değişti mi diye düşünmezler.
Neye ihtiyacı varsa o bilgiye bir ödeme karşılığı ulaşırsınız.
Sizin Amerika’ya gitme, orada eğitim alma, çalışma gibi bir düşünceniz varsa, yolunuz Amerika’ya düşecek demektir. Bilginizin cebinizde olması gerekir. Amerika’da para bilgi ile kazanılır. Birçok Türk tanıyorum Amerika’ya gelmiş yerleşmiş, marka olacak işler peşinde koşan, kazanan ve mutlu olan. Rastladığınızda çok gururlanıyorsunuz. Bilgiye ulaşmanın zor olduğu bir ülkede bilginin gücüyle yaşamak da farklı bir durumu gözler önüne seriyor.
Biz Türkiye’de bir ev ya da bir mobilya almaya kalksak, gecenin yarısı bile alış veriş yapabiliriz. Ama Amerika’da bir ev almak, evin mülkiyetini üzerinize geçirmek aylarınızı alabilir. Genelde bütün evler kredi boğulması içindedir. Böyle olunca satmak isteyince; kredilerin devredilmesi gerekir. Bazen de kredi üzerine verilen krediler evin fiyatını oldukça şişirmiştir. Ev sahipleri ödeyemediği krediler için evini bankaya bırakabilir, bunu da yapabilmesi için; gerçekten kazanç kapılarının kapanmış olması gerekir. Mutlaka ödeyemeyecek hale gelmiş olması gerekir. Banka ödeyemeyeceğini kabul ederse, satışı uygun fiyatlarla sunabilir. Bankanın evet demesi bu yazışmaların yapılması aylar alabilir.
Amerika’da elli dolar harcayarak dolabınızı ağzına kadar doldurabilirsiniz. Meyve ve sebze çok ucuz. Kıymanın kilosunu dört dolara alabiliyorsunuz. Bonfile gibi etlerin fiyatları da cep yakmayacak şekilde.
Sokaklarında her an ünlü bir konuğa rastlayabileceğiniz Kaliforniya, eyaletlerin içinde en güzeli. Orada neler var, yaşayanlar nasıl yaşıyor, nasıl eğleniyorlar. Hollywood ve Beverly Hills’de Rodeo Driver’da kimlere rastlıyorsunuz. Universal Stüdyolar neler yaşatıyor hepsi meraklanmaya değer.

Güneş Gazetesi köşe yazım


OKYANUS ÖTESİNDEN
En güzel Türkçe sözcükleri buralarda duymak beni çok heyecanlandırdı. Orange County’deki okulda çocuklarla buluştuğumda yüreğim yerinden oynayacaktı.
İçlerinde hiç Türkiye’yi görmeyenler de vardı, ama Türkçe konuşmanın keyfini yaşatan çocuklara kitaplarımı imzalamak, onlarla ; şiirler, çizimler, öyküler paylaşmak çok güzeldi, duygulandırıcıydı.
Bir tatil öncesi çocuklarla oyunlar oynarken kendimi adeta Türkiye’de zannettim. Öğretmenleri ve Müdürleri Berna Korkusuz, Berna Öğüt ve Aysu Hanım isimlerini hatırladıklarımın arasında. Türk okulunda yapılan çalışmalar o kadar başarılıydı ki, daha şimdiden 23 Nisan hazırlıklarına başladılar bile.
Onlarla şakalar yaptık, öyküler ürettik. İki dilin önemi bir kez daha gözler önüne serildi. Çok uzakta olsalar da, Türkiye’de neler olduğunun farkındalar. Bütün hayalleri bir gün Türkiye’ye yerleşebilmek, ülke toprağında yaşayıp, çalışabilmek. Ufukları ve hayalleri çok geniş. Onlarla konuşurken bir anım canlandı.
Amerika’dan gelip Türkiye’ye yerleşen ailenin çocuklarından biri, Türk okuluna gitmeye başladı. Velisi de ben olmuştum. Türkiye’yi tanıması, uyum sağlaması için destek veriyordum. O küçük çocuk okulla bir geziye katıldı. Dolmabahçe Sarayını gezdikten sonra bana adeta bir öğüt verdi.
“Filiz Teyze, siz çocuklar kitap okusun istiyorsunuz. Öğretmenimiz de çocuklar kitap okuyun, okumuyorsunuz diyor. Ama bu durumda çocuklar okumaz tabi,” dedi.
“Nasıl yani” diye sorarken, küçük çocuğun bildiği bir şey olduğunu düşündüm. Bana açıklamasını istedim. “Sizin örneğiniz Atatürk değil mi çocuklar onu örnek alıyor… “dedi.
”Evet örnek alıyorlar da, o zaman okumaları gerekir” dedim. Atatürk’den söz etmesi hoşuma gitmişti de, yanlış bildiği bir şeyi düzeltmek istiyordum.
Hemen karşı çıktım;
“Hayır, Atatürk çok okurdu. Nutuk kitabını da yazdı. Bir sanat eseri. Bu gün her genç onu zevkle okuyor” dedim.
“Yok” dedi çocuk ısrar etti,
“Biz müzeyi gezdik. Müzede Atatürk’ün her şeyi vardı. Kütüphanesini de gezdim. Kitaplığı bomboştu. Tek bir kitap bile yoktu.” Dedi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı.
Atatürk’ün Dolmabahçe’deki dolabında gerçekten tek bir kitap bile yoktu. Ben de gezdiğim günleri hatırladım. Kitaplık boştu. Yatak örtüsü, sabahlığı her şeyi vardı. Küçük bir çocuğa mesaj göndermek istiyorsak, oraya birkaç kitap koymamız gerektiğini yetkililere duyurmaya karar vermiştim.
Amerika’daki Türklerin hemen hemen hepsi Türk televizyonlarını izliyorlar. Çocuklar özellikle kadınlara gösterilen şiddetten çok etkileniyorlar. Türkiye’nin çok eğlenceli olduğunu düşünenler çoğunlukta. Amerika çalışan insanların ülkesi, tatilsiz yapmadan çalışanların ülkesi.
Kenan Gökoğlu yıllar önce Amerika’ya yerleşmiş bir Türk erkeği, eşi ve çocuklarıyla beraber Kaliforniya’da yaşıyor. Yüreği Anadolu’da, Los Angeles’de kuaför olarak çalışıyor. Amerikalıların gönlünde sadece fırçasıyla taht kurmamış, kültürümüzü de taşıyan sevilen biri olmuş. Kapısını açtığınız anda Türk müziği dinleyerek mutlu oluyorsunuz. İnsanlığı ve Türkiye’yi tanıtması ile çok seviliyor.
Şirin Peltekçi eşi Corc Peltekçi ile beraber kuyumculuk yapıyor, dürüst ve güvenilir çalışmaları içinde, Kaliforniya’da; İstanbul’u, Bodrum’u anlata anlata turizm elçiliği görevini de üstlenmişler. Burada yaşayanlar özellikle kuyumculuk işinde çok başarılılar. Yaşanan Ekonomik kriz nedeniyle altın satışları hemen hemen yok denecek kadar azalmasına rağmen bu işi ısrarla sürdürüyorlar.
GÜne

Thursday, December 22, 2011

yaz kampları çocuk kampı ÇOCUK KAMPLARI




AMERİKA'DA ARABA KULLANMAK
Amerikada ehliyet almak istediğinizde Türkçe test alarak sınava girebilirsiniz. Trafik kurallarını mutlaka öğrenmelisiniz. Avrupa'dan çok farklı işaretlerle karşılaşıyorsunuz. İngilizce trafik kştabıbıb ücresiz tercümesine ulaşmak için beni arayabilirisniz. İstedim ki Türkçe sınava girenler sıkıntı çekmesinler
filiztosyali@yahoo.com
ÇOCUK KAMPLARI
Küşltür sanat ve kişisel gelişim kamplarıyla çocuklarınızın dünyaısnı renklendirebilirisniz. Kamp için bizi aramalısınız sınırlı kontenjan. Telefon ile başvurular ancak Mart ayında alınıyor. Mail ile her an basvurabilirisniz.
filiztosyali@yahoo.com
+905336666903
AMERİKA ve GREEN CARD sorularınıza
YANIT ARIYORSANIZ ARAYIN GEREKLİ BİLGİYİ VERELİM.

Sunday, December 11, 2011


SABA TÜMER’İN COŞKULU SUNUMU
“Her evin ışığı yandığında
Hele bir de gurbetteysem vay halime derdin-Filiz Tosyalı”
Karıncanın Su İçtiği An Kitabından

Bu gün farklı bir yazı yazmak istedim. Bir güzelliği yaşayıp da yazmamak olmazdı. Yazmasam haksızlık ederdim. Övmesem içimde kalırdı. İnsan çok uzaklarda olunca; yüreğine dokunan programlardan, kişilerden nedense daha çok etkileniyor…
Türkiye’de gece sabaha karşı saat 04.24. Bizim saatimiz akşamüzeri Kaliforniya’dayız. Saba’nın doğum günü. Bu nasıl güzel bir sunum, ne fedakarca hazırlanmış bir program, tatlı bir sohbet. Sanat camiasından inanılmaz haberler.
Her zaman canlı bir insan Saba Tümer. Her zaman onunla ilgili yazmak istedim, ama bu günmüş kalemimi çevirmek. Toplumun sevdiği sanatçıları halkla buluşturmayı başaran, ne kadar hüzün olursa olsun o hüzne neşe ekleyen bir programcı. Keyifle dinledik yine. Sibel Can’ı bizlere tanıttığı programda biz Amerika’da televizyon başındaydık. Anne Sibel Can’ı, sanatını severek, özenerek ortaya seren Sibel Can’ı, güzel Sibel Can’ı evlerimize getirdi.
Nesrin Topkapı’nın anıldığı, sahnedeki dansının izlendiği program hepimizi mutlu etti. Dansın nasıl sanata döküldüğünü anlatan Nesrin Topkapı dans öğretmedi, FELSEFE yaptı sahnede. Bütün Türkiye’ye dansın nasıl konuştuğunu anlattı. Her hareketi bir halı dokur gibi bizlere gösterdi. Yabancılara tercüme ettiğimiz dansın hareketlerinin söze dökülmüş hali soluksuz dinlendi. Dans adeta şiir oldu. Depremi, rüzgarı, meyveleri yaşattı hareketleriyle.
Yıllar önce Nesrin Topkapı’yı izlemiştim. Sahnenin tam kenarındaydım. İlk kez dansın bir sanat olduğunu anlamıştım. O sanata destek veren Nesrin Topkapı’nın çıplak ayaklarıydı, çocuk bakışlarımla o kadar şaşırmıştım ki, Nesrin Topkapı’nın küçük ama el gibi ayakları vardı. Henüz on sekiz yaşındaydım. Annem dans izlemeyi çok sevmezdi, benim kulağıma şunu fısıldadı; “Şu küçücük ve güzel ayaklarıyla kazanıyor “dedi.
Orhan Gencebay’ı bir sanatçı olarak her zaman her yerde gözlemledim. Bir EDEBİYAT programında engellilerle ilgili çalışmaya destek veren yayınevlerinden birinin hazırladığı sunumda efendiliği ile dikkatimi çekmişti. Ben de davetliler arasındaydım. O günden sonra müziğinin dışında da hayranlıkla izledim. Müzik yaşamına verdiği emekten de öte örnek olmasıydı hep dikkatimi çekti. Saba Tümer’in programına katılımı heyecan yarattı, Gencebay’da farklı olan, gizli olan neydi; paylaşımcılığı, sabrı ve sakinliği. Bir sanatçıya güzel huyun, disiplinin ne kadar yakıştığını bir kez daha gördüm.
İbrahim Tatlıses’in şarkılarında güçlü sesi biliniyordu, ama yurt dışında da muazzam bir ses kabul edildiğini; Atilla Şereftuğ’dan dinlemiştim. Atilla Bey Bayramoğlu’nda evimize konuğumuzdu o akşam. Geç saatlere kadar bize İbrahim Tatlıses’in o muazzam sesinin yankılarından söz etmişti. “Sevginin Şarkısı” nın daha yeni yapıldığı günlerdeydi.
İbrahim Tatlıses’i dinliyoruz, bütün yaşadıklarından sonra, döktüğü gözyaşları için. “Orada kal hangi duygudaysan orada kal, susturma gözyaşlarını, rahat edene kadar ağla “ diyorum içimden. “Bir dakika kendime geleyim” ona yanıt veriyor sevenleri, “Sen kendindesin, onlar kendine gelsin, seni ayıranlar” Şimdi mutlusun, gözyaşların; varsın diye, korundun diye…
Tatlı tatlı ağlamayı da hak etmeli insanlar. Durduğunda gözyaşların bir soru gönderiyorum sessizce; “Gözyaşlarının dili olsaydı neler söylerdi”
“Haydi gidelim karayemiş’e
Elün nişanlısına”
Eğlence dorukta. Geçmiş olsun diyoruz yaşlarına karışan gözyaşlarıyla.
Sevgili Saba Tümer doğum günün kutlu olsun, okyanus ötesine taşıdığın bu güzel program için. Biz buyuz , bizim sanatçılarımız; şarkılarımız, şiirlerimiz, nağmelerimiz bunlar bizim.
Şimdi yeni bir romana başlayabilirim bu programın anısına.

Saturday, December 10, 2011

Güneş Gazetesi Köşe Yazım 10 Aralık 2011

SABA TÜMER’İN COŞKULU SUNUMU
“Her evin ışığı yandığında
Hele bir de gurbetteysem vay halime derdin-Filiz Tosyalı”
Karıncanın Su İçtiği An Kitabından

Bu gün farklı bir yazı yazmak istedim. Bir güzelliği yaşayıp da yazmamak olmazdı. Yazmasam haksızlık ederdim. Övmesem içimde kalırdı. İnsan çok uzaklarda olunca; yüreğine dokunan programlardan, kişilerden nedense daha çok etkileniyor…
Türkiye’de gece sabaha karşı saat 04.24. Bizim saatimiz akşamüzeri Kaliforniya’dayız. Saba’nın doğum günü. Bu nasıl güzel bir sunum, ne fedakarca hazırlanmış bir program, tatlı bir sohbet. Sanat camiasından inanılmaz haberler.
Her zaman canlı bir insan Saba Tümer. Her zaman onunla ilgili yazmak istedim, ama bu günmüş kalemimi çevirmek. Toplumun sevdiği sanatçıları halkla buluşturmayı başaran, ne kadar hüzün olursa olsun o hüzne neşe ekleyen bir programcı. Keyifle dinledik yine. Sibel Can’ı bizlere tanıttığı programda biz Amerika’da televizyon başındaydık. Anne Sibel Can’ı, sanatını severek, özenerek ortaya seren Sibel Can’ı, güzel Sibel Can’ı evlerimize getirdi.
Nesrin Topkapı’nın anıldığı, sahnedeki dansının izlendiği program hepimizi mutlu etti. Dansın nasıl sanata döküldüğünü anlatan Nesrin Topkapı dans öğretmedi, FELSEFE yaptı sahnede. Bütün Türkiye’ye dansın nasıl konuştuğunu anlattı. Her hareketi bir halı dokur gibi bizlere gösterdi. Yabancılara tercüme ettiğimiz dansın hareketlerinin söze dökülmüş hali soluksuz dinlendi. Dans adeta şiir oldu. Depremi, rüzgarı, meyveleri yaşattı hareketleriyle.
Yıllar önce Nesrin Topkapı’yı izlemiştim. Sahnenin tam kenarındaydım. İlk kez dansın bir sanat olduğunu anlamıştım. O sanata destek veren Nesrin Topkapı’nın çıplak ayaklarıydı, çocuk bakışlarımla o kadar şaşırmıştım ki, Nesrin Topkapı’nın küçük ama el gibi ayakları vardı. Henüz on sekiz yaşındaydım. Annem dans izlemeyi çok sevmezdi, benim kulağıma şunu fısıldadı; “Şu küçücük ve güzel ayaklarıyla kazanıyor “dedi.
Orhan Gencebay’ı bir sanatçı olarak her zaman her yerde gözlemledim. Bir EDEBİYAT programında engellilerle ilgili çalışmaya destek veren yayınevlerinden birinin hazırladığı sunumda efendiliği ile dikkatimi çekmişti. Ben de davetliler arasındaydım. O günden sonra müziğinin dışında da hayranlıkla izledim. Müzik yaşamına verdiği emekten de öte örnek olmasıydı hep dikkatimi çekti. Saba Tümer’in programına katılımı heyecan yarattı, Gencebay’da farklı olan, gizli olan neydi; paylaşımcılığı, sabrı ve sakinliği. Bir sanatçıya güzel huyun, disiplinin ne kadar yakıştığını bir kez daha gördüm.
İbrahim Tatlıses’in şarkılarında güçlü sesi biliniyordu, ama yurt dışında da muazzam bir ses kabul edildiğini; Atilla Şereftuğ’dan dinlemiştim. Atilla Bey Bayramoğlu’nda evimize konuğumuzdu o akşam. Geç saatlere kadar bize İbrahim Tatlıses’in o muazzam sesinin yankılarından söz etmişti. “Sevginin Şarkısı” nın daha yeni yapıldığı günlerdeydi.
İbrahim Tatlıses’i dinliyoruz, bütün yaşadıklarından sonra, döktüğü gözyaşları için. “Orada kal hangi duygudaysan orada kal, susturma gözyaşlarını, rahat edene kadar ağla “ diyorum içimden. “Bir dakika kendime geleyim” ona yanıt veriyor sevenleri, “Sen kendindesin, onlar kendine gelsin, seni ayıranlar” Şimdi mutlusun, gözyaşların; varsın diye, korundun diye…
Tatlı tatlı ağlamayı da hak etmeli insanlar. Durduğunda gözyaşların bir soru gönderiyorum sessizce; “Gözyaşlarının dili olsaydı neler söylerdi”
“Haydi gidelim karayemiş’e
Elün nişanlısına”
Eğlence dorukta. Geçmiş olsun diyoruz yaşlarına karışan gözyaşlarıyla.
Sevgili Saba Tümer doğum günün kutlu olsun, okyanus ötesine taşıdığın bu güzel program için. Biz buyuz , bizim sanatçılarımız; şarkılarımız, şiirlerimiz, nağmelerimiz bunlar bizim.
Şimdi yeni bir romana başlayabilirim bu programın anısına.

Thursday, December 08, 2011

YAZMA TUTKUSU
SINAV BAŞARISI GETİRİR
“Hayatım roman, bir yazsam” diyen çok kişiye rastlarsınız. Yazma tutkusu, sanki okumanın daha da önündedir. Yazmaya bu kadar çok değer veren ve yazmak isteyen kişi varken, ne oluyor da az sayıda kişi kitap yazıyor? İki bin yılına kadar şiir diyen Türk toplumu son on yıl içinde romanlara ve kişisel gelişim kitaplarına yöneldi.
Okudukça yazılır, ne kadar çok okunursa o kadar üretilir.
İlköğretimde ilk sınıftan sonra çocuklara, yaz demeyiz de, oku deriz. Yazmıyor demeyiz de okumuyor deriz. Oysaki sınav başarısında yazan çocukların büyük farkla öne geçtikleri söylenebilir.
Yazar olabilmek için; okuma ve yazmanın birbirine yakın bir şekilde yürümesi gerekir. Yazarların genelde çocukluklarında tiyatro ile de ilgilendiklerini söyleyebiliriz. Sandalyeleri yan yana dizip, ekten bükten yarattığı bir sahne ile gösteri yapmak, birkaç metin ortaya çıkarıp sunmak; pek çok yazarın çocukluk anıları arasında vardır. Eski bir araba bir saraya, bir bahçe parka dönüşür. Çeşmelerden su yerine mutluluk akar. Hayallerle başlamış olur yazmak. Bu durumda bir çocuğunuz varsa, onu; ’Yaratıcı Yazarlık,’ ‘ Yazma Atölyesi’ gibi çalışmalardan birine yerleştirmelisiniz. Tıpkı; spor, müzik, yabancı dil gibi eğitim almasını sağlamalısınız. Çocuklarının hayallerinin kâğıda dökülmesini isteyen aileler, bu yıllarda önemini anlamak zorundalar. Yazan bir bireyin okuyan bir birey olması her zaman daha kolaydır.
Facebook, twiitter, sözlük sayfaları; gibi sosyal paylaşım sitelerine yazılmaya başlanıldığından beri okuma ve yazma önem kazandı. Yazarlarımızın da çok desteklediklerini görüyorum. Zaman ayırıp yazan pek çok ünlü kapısını hayranlarına bu sitelerde açıyor. Football, sinema, konferanslar her şey yazıya dökülüyor. Okunmuyor sözünü artık kullanmamalıyız. Gözümüzü okuyanlara çevirirsek okumaya teşvik edeceğimize inanıyorum.
Kitap Fuarlarını Nasıl gezelim
Okullar çocuklarımızı kitap fuarlarına götürüyorlar, ama fuara gelmeden önce nasıl gezileceğini genelde anlatmıyorlar. Fuarda kitaba dokunulmalı, okunmalı. Çocuklar ayraç toplayarak zaman geçirirlerse yeterince yararlanamazlar. Bunun yerine yazarlarla tanışmak, sohbet etmek, kitaplar hakkında bilgi almak onların amacı olmalı. Yazarlardan kitap ve fuardaki ürünlerin fiyatını öğrenmeye çalışıyorlar. Bir yazarın nasıl tanınacağı, satış yapanın nasıl bir bekleyiş içinde durduğu anlatılmalı. İki saat için fuara konuk olan yazarın önünde bekleyen bir kalabalık yoksa “Bu kaç lira” “ Şu kitap var mı “ gibi hiç bilmediği konularda destek vermesi bekleniyor.
Çocuklarımızı fuara hazırlayalım. Çağdaş yazarlarla tanışsınlar. Fuara kitap listesi verip de çocuğu göndermek, onu markete göndermek gibi bir şey. Ucuz kitap alınmak amaç ise; bunu öğretmenler, ya da görevli veliler yapmalı. Çocuklar tıpkı kitap seven yetişkinler gibi fuarın keyfini çıkarmalılar. Fuarların sonunda kitaba ve yazara farklı bakmayı öğrenmeliler. Her çocuğun mutlak sevdiği bir kitap var. Yazarla iletişim kuran çocuk, en beğeneceği kitaba mutlaka ulaşacak.
Söyleşilere Katılma
Yazar Etkinlikleri aylar öncesinden tasarlanıyor. Ama ne yazık ki çoğu bomboş salonlarda. Geçiyor.
Kitap fuarlarına okullar sınırlı zamanla gelmemeli.
Yurt dışındaki fuarlarda kitaplardaki karakterlerin giysilerine bürünen gençler, çocuklar, yetişkinler fuar alanını neşeyle doldururlar. Kitap okumayana bile okutacak kadar ilginç giysilere bürünürler. Kâğıtlardan kumaşlardan yapılan giysilerle, boyalı yüzleri ve yanaklarıyla adeta fuar alanını kitap kahramanları cennetine çevirirler.
Anne Babalar Öğretmenler Fuarda
Fuarlar bir alışveriş yeri gibi düşünülmemeli. Özellikle kendilerini ilgilendiren kitaplara bakmadan geçen gençler ve çocuklar her zaman içimi acıtır. Almak zorunda olmadıklarını bilmeliler. Yanında minderiyle gelip bir köşede kitap okuyan çocuklara yurt dışında rastladığımda nasıl kıskandığımı size anlatmak isterim.
Bırakın dokunsunlar, karıştırsınlar, söyleşilere girsinler bir fuarı kitapla yaşasınlar.


Sunday, December 04, 2011


SEVDİĞİ İŞİ YAPMALI
Gerilim iş yaşamından, ya da okul yaşamından da geliyor olabilir, genelde gerilim yaşayanların, çok çalıştıklarını görürüz. Onlara yakınları tarafından sıkça şu öneri gelir. “Çok çalıştın dinlen” “Tatil yap” O insanı dünyanın en güzel yerine götürseniz de rahatlayamaz, yaptığı ne ise; başına döndüğünde yine ayni gerilimi yaşar.
Çalışmayla gerilime (strese) giren bir insan nasıl dinlenerek rahatlayabilir? Çözüm belli,
Çalışmasını değil, çalıştığı şeyi değiştirmeli. Gerilime girmesinin nedeni aşırı çalışmak diye düşünülmemeli. Sevdiği işi yapanlar gerilmezler. Onlara başa çıkmak da, fazla zaman harcamak da zor gelmez. Aşırı çalışmanın nedenleridir, gerginliği yaratır.
Çalışmamız değil, borç ödemek için çalışmamızdır bizi geren. Gitmemiz değil, gittiğimiz yeri sevmemizdir bizi gerginliğe sokan. Önce çalışmanın yanına daha sevilen bir şeyler eklemeli. Belki de o kişi evini boyamalı, çocuklarını okula götürmeli. Bahçesiyle uğraşmalı. Çok çalışmanın yanında; zamanını nasıl geçirdiğinin, nasıl yaşadığının sesini duymalı. Çocuklarımız sevdiği dersi çalışmaktan zevk alırlar, ama sevmedikleriyle de uğraşmak istemezler. Çalışmadan da başarılamayacağın göre; sevmediği dersin yanına bazı sevdiği şeyler eklemeli. Okumanın yanına gözlem yapmak eklenebilir. Böyle bir çalışmanın sonunda hoşlandığı neyse onu yapacağını veya güzel bir pastayı severse ona kavuşacağını, bir film izleyeceğini bilmeli. Belki bir arkadaş davetine gidebilir, ya da sevdiği bir arkadaşıyla buluşma, oynama şansını yakalayabilir. Siz kendinizi düşünün, çok yorgun bir mutfak işinden sonra gelecek olan konuklarımızla eğleneceksek, sevdiğimiz sohbetleri yapacaksak yorgunluğumuz geçer. İş yaparken de bunu aklımıza getirirsek, gerilime girmeden hazırlığımızı yaparız.
UYGULAMA: Yazı atölyemize çocuklar gelirken anneler çok tedirginlik yaşarlar. Sevmeden ve istemeden geldiklerini sıkça duyarım. Bir süre sonra çocuk bu işten zevk almaya başlar. Biz yazı çalışmalarının yanına oyunlar koyarız. Etrafa kutular yerleştiririz. Her kutu belirli bir günün sonunda heyecan içinde açılır. Kutuyu açabilmemiz için bir şeyler yazmamız ve okumamız gerekir. Burada bütün çocukların meraklı olduğunu, merak etmekten heyecan duyduklarını bilerek yola çıkılır. Kutunun için de de gerçekten heyecan uyandıracak bir şeyler bulurlar. Bazen bir oyun taşı bile koyarız. Birlikte o oyunu oynarız. Ders sonunda her çocuk o gün bir arkadaşının yazdıkların ya da okuduklarını beğenir. Bir kağıda yazar ve kıvırıp ortaya koyar. En fazla kim oy aldıysa bizim sihirli elimiz ve öykücü bebeğimiz o hafta o kişiyle beraber olur. Çocuk onu odasının en kıymetli, en güzel yerinde ağırlar. Bir hafta ona iyi davranması gerektiğini bilir. Bu çalışmanın kazandırdıkları; okuma sevgisi ve yazma sevgisidir. Bizim hazırladığımız merak, paylaşma ve seçme duyguları, ona söz hakkı da verdiğimiz için; atölyelerimizi çok sevdiririz.