Thursday, October 19, 2006

Köşe Yazılarından seçmeler

İLGİSİZLİĞİN BU KADARI (Binfikir Gazetesi Brüksel)
Brüksel’de yapılacak en güzel şey sokaklarda dolaşmak. O sokaktan o sokağa geçmek, bazen de arabayla dolaşmak. Ben de aynen bu öneriyi yerine getirip dolaşmaya başladım.
İstanbul’da Zincirlikuyu’da Akdeniz heykeli bütün güzelliği ile dururken onun haline çok üzülüyordum. Denizi anlatan, ana kucağını çağrıştıran “Akdeniz” heykelinin, şu anda Antalya’ya götürülüp götürülmeme sorunu gibi, oradan Galatasaray’a götürülmek gibi bir sorunu da yoktu o günlerde.. Benim üzüntüm İlhan Konan gibi bir dahinin tanınmamasıydı. Matematik formüllerini heykellerle canlandıran İsveç’te her İsveçlinin tanıdığı, ama Türklerin tanımamakta direndiği yaşlı mimarın, heykel sergisindeki diğer heykelleri de beni çok etkilemişti. Yaptığı bronz ve metal heykellerde matematik formüllerini kullanmakla da kalmamış, o heykellerden yararlanarak sanayide devrim yaratacak projelere İsveç’te imza atmıştı.
Türkiye’de yaşayanlar çevrelerine, çevrelerindeki olaylara, güzelliklere böylesine nasıl duyarsız kalabiliyorlardı?
Şu anda Türkiye’de sözüne Brüksel’i de eklemek istiyorum. Bir televizyon röportajı için Grand-Place gidildi. Oradaki sari bronz heykel başında çekim yapılmaya başlandı. Gelene geçene soruldu, kimse heykelin kime ait olduğunu söyleyemedi. Onlarca kişinin içinde yirmi beş yıldır Brüksel’de yaşayan Belçikalılar da vardı. Çok şaşıracaksınız, ama heykelin öyküsünü öğrenemememizi boş verin, yirmi beş yıl içinde bir kez bile meydana gelip, ne var diye bakmamıştı. Peki heykeli elleyip de ben her gelişimde dokunup adak yaparım diyenlerin çoğu heykelin bir hanıma ait olduğunu zannediyordu.
Ayni olayı Brüksel sokaklarındaki H harfi yazılı direklerin anlamını öğrenmeye çalışırken yaşadık. Herkes suyla ilgili bir şeyler olduğunu biliyor, ama ne olduğunu söyleyemiyordu. Bazlarıysa “öyle bir harf mi var, ben her gün buralardayım, ama hiç görmedim” yanıtını verirken şaşırmış gibiydiler. Kaldırım taşları üzerinde acil durumlarda çıkarılmak için vidalanmış kaldırım taşlarından ise hiç kimsenin haberi yoktu.
Peki siz biliyor musunuz? Kırmızı ve mavi H harflerinin ne işe yaradığını, bronz heykelin kime ait olduğunu; biliyorsanız mutlaka özel biri olduğunuzu kendiniz de kabul etmek zorundasınız.

KİM KİME DUM DUMA (Cökertme Gazetesi)
BİTEZDEKİ OTOPARKIN ETRAFI

Siz siz olun Bitezdeki yeni oto-park çevresinde başı havada dolaşmaya kalkışmayın. Hendeğe düşenlere şu günlerde garsonlar etraftan yetişip özel hizmet veriyor. Kolonya, pamuk ve ilk yardım malzemeleri hazır, yeni kanuna göre elemanlar yetişti. Böyle bir uygulamayı her mekanda bulamazlar ki... Ama ne yazık ki hangi dille bağıracaklarına karar veremeden birileri kendilerini hendeğin içinde buluyorlar. Bütün bunlara neden dünyanın en modern hendeğinin özenilerek hazırlanılması. Tabi bir arsanın oto parka dönüştürülmesi ana neden. Bir otoparkın hizmete sunulması halka hizmet değil de ne ? diyenleriniz mutlaka çıkacaktır. Bir hizmet gözlenmeden yapılırsa böyle kazalara neden olabilir. Şimdilik ufak yaralanmalarla sıyrıklarla atlatılıyor. İçinde su da yok, boğulma da olmuyor; ama gelecekte neler yaşanacağı şimdiden bilinemez. Hizmetin yararını görebilmek için, yürümek lazım, dolaşmak, gözlemek lazım. Sabah yürüyüşlerine çıkıp halkın arasına karışmak bile yeter bazen. Bazıları yürümeyi sevmiyorsa ne olacak, yürüyünce selamlaşmak gibi zor bir işte var...
Otoparkın bitimindeki bu hendek kısa yoldan, otoparkın içinden caddeye geçeceğini sananlar için adeta bir tuzak. Özellikle yabancılar için. Hendeğin kenarına bir tel geçirilseydi, ya da bir iki ışıkla yönlendirilseydi bunların hiç biri olmazdı.
Defne sokak her zamanki gibi karanlığa terk edildi. Aslında bizler karayı ve karanlığı hiç sevmeyen insanlarız. Yıllardır bir damla ışığın bile özlendiği bir sokakta yaşamanın ayrıcalığını sizlerin tatmasını istemem. Bu yazıdan sonra ışıkların yanacağını sanıyorum, bir yaz boyu karanlığa mahkum edilebileceğimizi aklıma bile getirmek istemem. Ama ne olursa olsun ben sokağın iki başına fenerleri dikip ya da mumları yakıp halimize yanmayı da düşünmüyor değilim. Akşam Yahşi sokaklarında dolaşıp da bir Bitezli olarak kıskanmış olmasaydım, dönüşte de mahallenin kralıyla tanışmasaydım bu yazıyı hiç yazmazdım...
Ben canımı zor kurtarırken bir de öğreniyorum ki, kendini mahallenin kralı ilan eden köpek yavrularını koruyormuş. Ama o bir kral, ben ne yapabilirim ki... Belki bu sokakta işi biter başka sokağa geçer. Niye Bitez’i seçti dersiniz. Bitez’de özgürlük var da ondan.



VAY HALİMİZE(Binfikir Gazetesi Brüksel)
İşte bu yazan insanlar, başka bir deyişle yazarlar işte böyledir. Dururlar dururlar birden bire ortaya çıkıverirler. Galiba benimki de biraz bu kısa öyküye benzedi. Kız kardeşimle eskileri konuşurken, “ beni ayıplayacaksın, ben çok yakın değil, ama şaşıracağın bir zamana kadar bütün yazarları, şairleri ölü bilirdim” dedi. Konuşurken sözlerinin arasına sıkıştırdığı bu cümlelere, bu gün bu yazıyı yazarken bir anlam yükleme şansını yakalıyorum. Aylarca ses çıkmaz da birden bire ortaya çıkıp bir şeyler yazıverirseniz tabi ki okuyucu da böyle sanır.
Gazetede BİNFİKİR de yazılarınız Belçika’da yaşayanları ilgilendirmiyorsa bir satır bile yazamazsınız. “Ne yapalım,” dedik biz de bu günü bekledik. Şu anda ufukta Brüksel yolu var. Bir yıl önce programlanan Avrupa Parlamentosundaki kongre için geliyoruz. Geliyoruz da gelebiliyor muyuz?
Korkunç bir vize sorunu yaşıyoruz. Uçağımız Salı sabahı ve bu gün pazartesi biz hala vizemizi alamamış durumdayız. Pasaportlarımızda diğer kıtalara olan uzun vadeli vizeleri, Belçika’ya onlarca defa girip çıkmamızı da sayarsanız ne kadar gereksiz bir bekleyiş olduğunu anlarsınız. Sanki sabrımızı, ya da gelip gelmemekteki kararlılığımızı ölçüyorlar. Bir turistik gezi olsa vazgeçer başka bir ülkeye gidersiniz. Mal mülk demiyorum, kendinizi geçindirecek yirmi yıllık servet de gösterseniz bu iş zor ve sıkıntılı... Bunu herkes anlayabilir. Gel gelelim çok da komik dediğim zaman sizi şaşırtabiliyor muyum? Komiklik bunun neresinde olabilir? İşte komiklik yanı; Sosyal Sigortadan emeklisiniz, başınıza ne gelirse gelsin Türk Devleti size bakar, ölüp gitseniz maaşınızı evlenmemiş kızınıza da verir... Bunun önemi yok, ama sizin büyük paralarla hak elde ettiğiniz bir de özel sigortanız var... Bunun da önemi yok. Peki o zaman istedikleri ne? Seyahat sigortası istiyorlar. Çaresiz, şartlara uygun sigortayı yaptırdınız... Siz siz olun, “tamam canım bitti artık” demeyin. Sigortayı tercüme ettirmek gibi bir sorumluluğunuz var.
Size başka ne yazmamı beklersiniz. Avrupa’da bir hizmet için yola çıkıyorsunuz, bilinen tanınan birisiniz, Devlet adamlarıyla birlikte geliyorsunuz, resmi programda isminiz var, ama siz yine de bunları yaşıyorsunuz. İşte o zaman Avrupa’ya dönüp de, “dostlarım siz ne yapıyorsunuz, bizi hedefimize ulaştırmak için yola çıkan bu insanlara ne yapmaya çalışıyorsunuz?” demelerini mi bekleyeceksiniz?
Her şey yolunda giderse Belçika’da olacağım. Sizlerle, çocuklarınızla, sizin istediğiniz yerde...

BİTEZ’DE AMATÖR BALIKÇILARDAN BAZILARI
PERİŞAN(Çökertme Gazetesi)
Bütün bir gün Bitez’de o gün bulunan kişilerin tüylerini diken diken eden şu anonsu duymasaydım bunları yazmazdım.

Bitezliler dört yaşlarında siyah şortlu mavi gözlü bir ADET erkek çocuğu kaybolmuştur. Dikkat edin Bitez sınırlarından içeri girdiğiniz anda adet olarak değerlendiriliyorsunuz. Bunun yorumunu psikologlara bırakıyorum. Bu anons en az beş defa ayni sözcüklerle yapıldı. İnsanın değeri bu kadar mı?
Bütün dileğim inşallah çocuk bulunmuştur.

Oltayla yapılan balıkçılığın bir terapi olduğunu artık herkes kabul ediyor. Üç tarafı denizlerle çevrili ülkem sizce büyük bir şans değil mi? Ama siz siz olun sakın Bitez sahillerinde dolaşacağınız bir kayığa sahip olmaya kalkışmayın. Sizin için çok değerli olan bu zevkiniz bazı kişilerin umurunda bile değildir. Perişan olursunuz.
Kayıklarınızı bağlayamazsınız. Bitez küçük kayıkları kabul edecek durumda değil. Suların içine girmezseniz, teknenizi kurtarma mücadelesi vermeyeceksiniz kayık sahibi olmayın. Bu zevkinizi lütfen ikinci bir oylamaya kadar durdurun.
Tekneden inerken de binerken de büyük bir gerilim yaşarsınız. Taşlar, kayalar, sizin için adeta düşman olur. Bağlama noktalarının olmaması terapiyi zavallılığa sürükler. Dört kişilik teknenize yardım için yarım bölük insan gerekir.
Amatör ve imkanları daha az olan deniz severleri rahat ettirmek çok mu zor. Tabi ki değil. Siz bir Avrupa ülkesi vatandaşıysan Komin idarecileri sizi rahat ettirmek, bir gün öncesinden daha iyi yaşatmak için hayaller kurarlar. Ama bizimkiler bunu niye yapmaz? Bizlerin rahat ve mutlu yaşamalarını niye istemez. Belki de bizlere tarihi eserlere bakıyor gibi bakıyorlardır. Bazıları “biz de o tarijhi eserlerden çok ” derler ya, onun gibi. Amatör kayıkçılara bir proje geliştirmek çok mu zor? Biraz düzgün bir mekanı, küçücük bir projeyle sunmak. Bitez’in Çevre gönüllüleri böyle bir projeye imza atabilseler, halktan da sevgi kazanırlar. Herkes denizden sadece güneşlenmek ya da serinlemek için yararlanmıyor, bunu yetkililerin kabul etmesi gerekir. Bu tip çalışmalar için dünyalar kadar finans kaynakları var. İnternet üzerinde bir kaçına ulaşmak bile yeterli olur. Siz halkın sağlığı ve mutluluğu için bir şeyler yapmaya karar verin. İlgili Bakanlıkla da iş birliği yapın, cebinizden bir kuruş çıkmadan hizmet etmiş olursunuz, amacınızın ne olacağını iyi belirtmeniz gerekir. Halktan birilerinin yaşamlarını güzelleştirip onları hem iş hem hobi sahibi yapmak projenin hedefi olabilir. Ama ne gerek var canım, gelmişsin kaç yaşına otur evinde... Gençler de denizde ne istiyorlarsa yapsınlar, denizi alıp götürdük mü?
Neler saçmaladığım ortada... Ne güzel yelkenliler var, kocaman kocaman tekneler onlardan birini alıp, Bitez’in güzel iskelesine bağlamak varken, böyle ilkel uyduruk kayıklarla kayıkçılarla uğraşıyorum. Ya da sörf yapabiliriz, Bitez sörf cenneti değil mi? Haydi sörf yapmaya...





BULGUR POŞETİ
Bundan yıllar önceydi Belçikalı Sabrina’yı evimizde ağırlıyorduk. Bir gece yarısı evde tuvalet kağıdı bittiği için kendisini sokağa atışını asla unutamam. Büfede ya da benzincide bulması gerektiğini söyleyerek çıkıp gitmişti. Tuvalet kağıdıyla dönüp dönmediğini hatırlayamıyorum, ama ailecek çok şaşırdığımızı o andaki şaşkınlığımızı zaman zaman bu gün bile konuştuğumuzu söyleyebilirim.
Olaylar ve alışkanlıklar nasıl yerleşiyor, insanlar üzerine yapışıp kalıyorlar. Şimdi belki de ben ayni şeyi yapabilirim... İlk siyah ekmeği, light sütü, kiviyi, deterjanı yurt dışında çalışan yakınlarım getirmişti. Güneş kremim, kilitli anı defterim hep taşıdıkları, benimle paylaştıkları güzelliklerdi. Kim bilir gümrükten geçirilenlerle kaç genç kız sevindi, ufku açılıp dünyası genişledi. Kapaklı cam kavanozları bile atmaz, raflara dizerdik. O yıllar plastik şişelerin biriktirildiği, naylon poşetlerin saklandığı yıllardı. Onların en değişik olanları, ben yurt dışından geldim der gibi durur, zevkimizi okşardı. Dönüş yoluna bulgurla çökelekle çıkılırken, işçi emeği, özenle saklanılıp tatilin gelmesini bekleyen armağanlara dönüştü.
Uzun yıllar yurt dışında. çalıştıktan sonra doğduğu şehre ya da ülkesine dönen bir çok arkadaşım var. Zaman zaman yaşadıkları ülkenin rüyalarına girdiğini orada geçirdikleri günleri asla unutamadıklarını söyleyen bu insanların yaşamı, bana şu an hiç de kolay gelmiyor. İki ülke alışkanlıkları arasında sıkışıp kalan bu insanların ne kadar zorlandıklarını, kendilerini iki ayrı ülkeye de kabul ettirmeyi başardıklarını görebiliyorum. Siz bir ülkeye uyum sağlamayı kabul etseniz de bazı şeyleri kabul edemezsiniz. İyi ile kötüyü ayıklamak kolay bir seçim değildir. Bir de bu kararları verirken geçirilen süre görmemezlikten gelinemez. Bunlar yaşamda bir anı olarak kalmaktan öte insanı incitebilir de... Önemli olan özünde sahip olunan güzelliklerle gururlanabilmek. Aileden gelen gelenek ve göreneklerden de kopmadan yaşamak.
Yine kesin dönüş yapan arkadaşlarımdan birisi pazar günü çamaşır yıkamamak da diretince çok şaşırmıştım. Benim o zamanlar Avrupa’daki ev yaşamından haberim yoktu. Brüksel’de birkaç ay kalıp da pazar günü çamaşır yıkamamayı öğrenince o arkadaşımı da anladım. Birlikte geçirdiğimiz yaz tatilinde ancak sularımız pazar günleri çamaşır yıkayacak kadar tazyikli geliyor desem de ona çamaşır yıkatamamıştım. Haftalarca bu gün pazar deyip diretti.
Bulgur paketini açarken bile Avrupa’da olmadığını hissettiğini söylediğinde ise ona çok kızmıştım. Kendim ayni olayı yaşadığımda bütün bu yazdıklarım peş peşe aklımdan geçti. Benim de yurt dışında yaşayan oradaki güzellikleri ülkesine taşımak için çırpınan güzel insanlar gibi bir faydam olsun istedim. Firmaya aşağıdaki cümlelerle başlayan mektubu yazdım.
SAYIN YETKILI
Siz siz olun Türkiye’de üretilen poşetleri, paketleri telaşla açmaya çalışmayın, bir anda bütün bulgurları yerde bulabilirsiniz... İki ürünü üreten firma da ayni olmasına rağmen niçin bizim bulgurların yerde süründüğünü anlamakta çok zorlanıyorum...

KALPTEN BİR YANIT(Açık Gazete LONDRA)
Okuyucularımdan biri Sanlı Şenova-Sinop
Kaleminiz çok güçlü niçin sadece bu konulara değiniyorsunuz?
Soruya yanıt
ÇAYCI
İşte o yükselmeye değer kişi, demeniz için bazen onun bir davranışı bazen tek bir sözü sizi etkilemeye yeter. Bu tür kişileri tanıtıcı yazılar yazmak yazara da, okuyucuya da çok duygulu anlar yaşatır. Eli kalem tutan kişinin kaleminden dökülenler gözyaşına dönüşür. Siz bir yerlere gelmişsinizdir; karnınız toktur, banka defterini kabarıktır; ama o sizin gözlemlediğiniz; parasız- pulsuz, şansız- şöhretsiz bir yerlerde yaşayıp; meslek bile denmeyen, hiçbir gencin düşünü kurmadığı bir işi yapan kişidir. Belki size tepsisiyle bir çay uzatır, “buyrun efendim, çaycı” der. O tost o çay boğazınızda kalır. Tutup bir yerlere oturtmak istersiniz, yükseltmek istersiniz. Bir insana yapacağınız en güzel yardım o insana değer vermektir. Ona yükselme olanağı sunmaktır. Gençleri incitmeyin, konumları ne olursa olsun onlara sevgiyle yaklaşın. Önlerini açın. Sunun... Bir gence olanak tanımak ona yükseleceği basamakları işaret etmek sizin en keyifle harcadığınız servetiniz olacaktır. Belki bir madenin el değmemiş yatağını ortaya çıkaracaksınız. Lütfen insana yatırım yapın. Yüzüne bakın, gözlerine bakın onu anlamaya çalışın. Beklentilerini görün. Çaycıya çaycı, tamirciye tamirci , boyacıya boyacı diye yaklaşmayın. Onların zevkleri, umutları, sevgileriyle değer olduklarını düşünün. İmkansızı yaşatın... Belki de hayal bile edemediği bir işi yapıyor. Kolundan tutun, elinden asılın. Elinizi uzattığında onun yükseldiğini görerek şaşırmasının zevkini yaşayın. Bu tür yaşam öykülerini okumak, yazmak düşünmek mutluluktur, neşedir, hüzündür, gururdur.
Ünlü olmak için TVlerde boy göstermek, manşetlere geçmek gerekmez. Bir değer olun yeter... Birileri bir gün sizden söz edecektir. Ben böyle insanların varlığını sizlere hatırlatmak için bu öyküleri yazıyorum... Çevrenizde yaşayanları görmemezlikten gelmeyin, onların bir gün çok önemli olabileceklerini hatırınızdan çıkarmayın diye yazıyorum...

BİR BAYRAM ÖNCESİ(Binfikir Gazetetsi Brüksel)
Doğduğunuz şehir, aile ve çocukluğunuz sizi sarıp sarmalar. Dünyanın neresine giderseniz gidin bu iki özelliğiniz sizinle beraberdir. Hiç o yani şehirli olamazsınız... Brükselliyim, Romalıyım, Parisliyim, Kaliforniyalıyım diyemezsiniz... Türkiyeli olmak gururlandırsa da, içinizdeki özlemle hüzünlendirir.
Benim şehrimde bayrama katılmak isterdi çocuklar... Bayramda yürümek, şiir okumak, izci olmak hep düşlerini süslerdi.
İnsanlar eşitti bizim küçük şehirde, bunu yalnız çocuklar bilirdi belki de. Gelişmiş birinin Romen arkadaşıyla övündüğünü hiç görmemiştim, ama Romen arkadaşıyla övünen bir kardeşim vardı. Onu çok kıskanırdım, nedeni bir Romen arkadaşı olmasıydı. “Zahide ile arkadaşlığını keseceksin” dediklerinde, “niye?” diye yalnız bana sormayı akıl etmişti bir uyku öncesi. Bilmiyordum ki, sadece ondan iki yaş büyüktüm. Bu dünyada bir şeyler olup bitiyordu, ama neler olduğunu henüz anlamamıştım. “rengi kirli ya ondan olabilir” demiştim. Genelde Zahide’nin yüzü hem kirli hem de siyahtı, çocuk aklımla siyah demekten utanmıştım, kirliliği daha doğal gelmişti bana.
Arkadaşının suratını beyaz tebeşir tozlarıyla boyayan kardeşim, onu boyarken kendi suratını da boyamıştı. Birbirlerine bakıp gülerken yakaladım onları. Ayni kardeşim bir gün de Zahide’nin izci elbisesi yok diye ağlamıştı. Zamanın Cumhurbaşkanına mektup yazıp izci elbisesi istemişti Zahide için. Bir mektup, bir de kağıt para gelmişti Cevdet Sunay’dan.
Kardeşim; “O mektubu hiç okumadım biliyor musun?” dediğinde 45 yıl geçmişti aradan. Önce heyecandan okuyamamış, sonra da kaybetmişti. Okul müdürü parayı ve mektubu vermek için odasına çağırdığında; “siz Cumhurbaşkanının akrabası mısınız?” diye sormuştu.
Ne yazılan mektuptan ne istenen izci giysisinden haberim vardı. Kardeşim başını sallamıştı, ürkek; “evet akrabasıyız....” dedi. Belki de yazdığı mektupla başlamıştı akrabalığımız.
23 nisan öncesi okul müdürü arkadaşımın masasında, bayrama katılmamak için yazılan dilekçeleri gördüğümde; gözlerim dolu dolu oldu. “Seyahate gidecekler de izin istiyorlar” dedi.
Yıllar önce çok ağlıyor diye kardeşimi kınarken, ta bu yaşta ben ağlıyordum, bir 23Nisan öncesi.. Biz mi başkaydık, o zamanlar çocukluk mu başkaydı, ya da benim doğduğum yaşadığım Çanakkale mi farklıydı... Görüştüğüm çocukluk arkadaşlarıma sordum; bayramlar çok önemliydi onlar için de, bu yaşlarında bile bayram heyecanı vardı yüreklerinde; nedensiz, garip, tatlı ve hafif hüzünle karışık.
23 Nisan demek; beyaz ayakkabı, organze, tül, saten demekti... Gelin, köylü kızı, Avukat, Doktor, Öğretmen demekti...
Beyaz çorapların en güzeli yirmi üç nisanlarda giyilirdi. Yepyeni ayakkabılarımın ayağımı hiç acıttığını hatırlamıyorum. Kollarım üşümezdi, kısacık eteklerin altında çiroz bacaklarım; dimdik dururdu. Çanakkale’yi, doğduğum şehri özlüyorum. İzci kıyafetli kardeşimi, onun Romen arkadaşı Zahide’yi özlüyorum... Gelin oluyorum rüyalarımda... Melek oluyorum, sabahı ediyorum çocukluk düşlerimle.
Bayramlarda Türkiye’yi, bence en çok dedeler nineler özler... Kayseri, Ankara, Mardin, Isparta, Emirdağ, Afyon ve diğerlerini düşündükçe bir hüzün kaplar onların içini...
Yurt dışında yaşayan ninelere, dedelere “selam” diyorum, bir 23 Nisan öncesi...

deneme