Wednesday, August 22, 2007

YEREL HABERCİLİK
Gazetecilerin yazdığı haberler kaynak olabilir mi diye hiç düşündünüz mü? Ben uzun zamandır, son günlerde okuduğum kitaplardan dolayı düşünür oldum. Gazetecilik mesleğinin saygınlığı düşüncelerim arasında yerimi bulmaya çalışırken de böyle bir yazı döküldü kalemimden. Belki de yazım bir kez daha bazı gazetecilerin kulağına küpe olur gibi de değerlendirilebilir. Yoksa bu meslek önemlidir, bu gün yaz yarın unut gibi algılanamaz.
Gazeteciler Her Şeyi Yazmaz
Okuyucu gazetecilerin her şeyi yazmadığını, basının her şeyi yayımlamadığını düşünmeye başladığında, gazetecilik daha güvenilir bir meslek olur. Bunun yalnız benim fikrim olduğunu sanmayın. Böyle düşünen bazı akademisyenler de var. Her şeyi yazmaya ve yayımlamaya kalkarsa çok hata yapabilirler. Bir gazetecinin araştırma yapmadan yazmadığını gösteren bir özellik olarak da algılanabilir. Bu şekilde algılandığında o basın kuruluşuna güven kalmaz. Kamuoyu oluşturan suçlama ve skandal haberleri prim yaptığı için, değerli basın mensuplarına geçici şöhret ve servet sağlayabilir.
Bir örnekle yazıya devam etmek isterim.
Tarihçilerin gerçeğe ulaşma yöntemlerine bakarak haber kaynaklarının bizlere aktardıklarından yararlanmalarına dikkat edelim. Olasılıklar, zıtlıklar hepsi kafaları kurcalar. Ama bize ulaştırılan bilgilerin başka bir kaynakla değişmesi her zaman olasılık içindedir.
Tarihçi bütün verileri tek tek inceler ve bizim için kaleme alır.
Gazete haberleri tarihe kaynak olabilir mi?
Sanırım olmaz diye yanıt vermeniz gerekecek. Hele yüzyıl gerilere gidip, gazete haberlerinin isimsiz yapıldığını düşünecek olursak, imzasız bir gazete haberine güvenmemizin ne kadar güç olduğunu anlayabiliriz. Zaten yüzyıl önce habere imza diye bir alışkanlık da yoktu.
Gazete yazılarının birinde geçen bir cümlenin; Orhan Pamuk’un romanından alındığını evimize gelen gazeteden öğrenelim. Bir araştırmacı bu cümleden yola çıkarak bir şeyler yazmak istediğinde o gazetedeki cümlenin Orhan Pamuk’un romanından alınıp alınmadığına ne kadar güvenir?
Gazetedeki yazıdan alındığını bilimsel araştırmasına dip not düşen bir araştırmacının yazısına okuyucu nasıl bakar?
Bu soruları iki soruyu ben kendime sorarken, sizlerin de kendi kendinize sormasını bekledim.
1830’ların başlarında Stuart Mill’in çevirilerinden birinin başına gelen olay, Jacques Barzun’un yazdığı konuyla ilgili bir kitapta aynen anlatılmakta. Üstelik de Fransız seçkinlerinin bir dergisinde yayımlanan “J” imzalı uzun bir mektuptan söz etmekte. Mantık ölçülerinde bu mektup Stuart Mill’in çevirisi gibi görünmektedir, diyen kitapta; Stuart Mill’in İngiltere’de sosyalist gruplarla bazı araştırmalar yaptığı için o mektubun ona ait olduğunun düşünülmesi gerektiği söylenmekte. Oysa ki bütün bunlar Stuart Mill çevirdi demek için yeterli değildir. Yanına bir M harfi eklenmiş olsa da, birkaç gün sonra başka bir editör kanalıyla ayni dergiye “J” imzalı ikinci bir mektup ulaştı. Sıradan bir İngiliz’den geliyordu. Araştırma devam etti. Dördüncüsü, beşincisi eklenir.
Sonunda daha önce yayımlanmış bir not bulunarak gerçeğe varılır. O zaman ilk yazıyı, yani gazetecinin yazısını araştırmacının kullanamadığı görülmektedir.
Aslında belki de haberin niteliğini düşüren; iletişim araçlarının durmadan gazeteciliği kolaylaştırmasıdır. Bir çok gazetecinin bu gün, haber ayağına gelir.
Yine ayni kitapta giderek artan yanlışlamalardan söz ediliyor. Elinde silah var diye çoğu insana katil, hapishane parmaklıkları arkasında diye dolandırıcı denilebilmektedir.
Renkli ayrıntılarla, dış mekanların süsü ve çarpıcı özellikleriyle çekilen filmler de, belgeseller de bizi yanıltabilmekte. Çoğu insan bu görüntüleri araştırmacı mantığıyla hazırlandığını düşünerek gerçeğe dönüştürür. Tamamen savsata denebilecek haberler önem kazanır. Bazen de çok doğru yapılan haberler önemini yitirir.
Yerel basında bunun ne farkı veya ne ilgisi var dediğinizde benimle ayni düşünceleri yakalayabilirsiniz. Yerel basın kendi yöresinin olayının içindedir. Olay çevresinde geçmektedir. Yere yakındır, ulaşması kolaydır. Tonlarca para ödeyerek haberi satın alması ya da çağın gelişmiş iletişim araçlarından faydalanması gerekmez.
Daha önceki olaylarla bağlantı kurarak değerlendirme olanakları sonsuzdur. Kişi ve kuruluşlardan ne şekilde yardım alabileceğini yerel gazeteci bilir. Görgü tanıklarına ulaşabilir. Olayın kahramanlarından bire bir bilgi alabilir. Herkesle her noktada yüz yüze gelebilir.
Yerel basın daha güvenilir diye düşünüyorum.
İletişim araçlarının, ilerleyen teknolojinin basına ve medyaya verdiği zararın bir de bu açıdan düşünülerek değerlendirilmesini uygun görüyorum. Toplumun görüş ve düşüncelerine, kararlarına, akademisyenlerin yapacakları araştırmalara ışık tutamamasının sıkıntısı yaşanırken yerel basının güvenirliliğinin gururunu yaşıyorum.
Ben araştırmacı olsaydım, yerel basının haberlerinden, köşe yazılarından yararlanırdım. Yerel basın 21. yüzyılda bu saygınlığı elinde tutmak için kaynağından haber yapmayı sürdürmeli, özellikle çevresiyle ilgili haber hazırlarken çok dikkatli olmaya devam etmeli. Tarafsızlığını bir ilke olarak korurken, yerel haberleri yaparken bütün hassasiyetiyle hareket etmeli, fısıltıyla haber yapmamaya özen göstermeli. Haberlerini dili geçmiş zamanla sunacak kadar içinde olmalı.
.
SAMSUN
Gençlere hizmet etmede öncülük eden bir şehir Samsun. Çevre kasabalarındaki kaplıcaları ile de ünü yerinde. Konaklama, sosyal yaşamı devam ettirme gibi olanakları en üst düzeyde yakalayan Samsun şehriyle gurur duyabiliriz.
İl Gençlik ve Spor Müdürlüğünden alınan bilgiye gore gerçek bir spor şehri Samsun. 3 adet tenis kortu, 1 boks salonu, 1 atıcılık, 1 okçuluk salonu, 97 adet semt basketbol sahası, 35 voleybol sahası ve 70 adet semt futbol sahası faaliyet göstermektedir.Faal sporcu sayısı 17116, hakem sayısı 900, Kadrolu antrenör sayısı 4, Fahri antrenör sayısı 62, profesyonel kulüp sayısı 2, faaliyet gösteren spor kulüpleri sayısı (Spor, müessese, ihtisas, özürlüler) 135’dir.
Samsun Adı Nereden Geliyor
Milet göçmenleri tarafından kurulan kıyı şehrimiz Samsun.
Eski adı Amisos’tur. Halk içinde değişe değişe bu isim Samsun oldu.
Samsun bölgesine Türkler Canik Bölgesi derlerdi. Samsun Malazgirt Zaferi ile Türklerin eline geçti. Türklerin eline geçene kadar, hemen hemen her şehrin kaderini yaşadı. Önce Frikler, Persler ve Makedonyalılar şehrin sahibi oldular. Daha sonra, Pontus Devleti bu şehirdeydi. Romalıların ve Bizanslıların işgalinden sonra ancak Türklerin eline geçti.
Samsun kolay vazgeçilir bir şehir değildir. Deniz kenarındadır,
Bir ara yine Pontus Devletinin elindeydi, ama Alaettin Keykubat şehri aldı. 13. Yüzyılın ikinci yarısında ele geçti; “Müslüman Samsun” bu günkü şehri kurdular. “Gavur Samsun” da vardı, o; bir Ceneviz Ticaret şehriydi. Türk şehriyle arasında birkaç kilometre uzaklık vardı. Samsun’un tam bir Türk şehri olması asırlara dağıldı.
Mustafa Kemal’in Ordu Müfettişliği görevi ile Samsun’a çıkması 19 Mayıs 1919 tarihi Kurtuluş Savaşının başlangıcıdır.


SİNOP
Limanımız güzel şehrimiz Sinop özelliğini koruyan bir şehirdir. Karadeniz’in incisi demek isterim Sinop şehrine. Sözcük Türkçe değildir. Türkçe sözcüklerin son hecesinde bildiğiniz gibi o harfi olmaz. Batılı kaynaklardan alan bilgilerden yola çıkarsak; İsa’dan önce 1300-1200 yılları arasında kuruldu diyebiliriz. Hitit metinlerine baktığımız zaman ismini “Sinova” isimli kraliçeden aldı diyebiliriz.
Sinova bir Amazon kraliçesidir. 13. Yüzyılda Selçukluların eline geçen şehir, 15. yüzyılda, yani Fatih Sultan Mehmet zamanında Osmanlılara geçti. Daha önceleri; Hitit, Asur, Pers, Lidya, Makedonya ve Pontus egemenlikleri altında kaldı.

EFSANE
Sinope güzelliği ile ün yapmıştı. Zeus’u bile kendine aşık etmeyi başaran Sinope, Asopos Irmak tanrısının kızıdır.
Derelerde göllerde yıkanıp, çiçeklerin arasında dolaşarak hiç evlenmek istememektedir. Bir gün derede yıkanırken Zeus onu gördü. Ay ışığı altında daha da güzel görünen kıza yaklaştı.
Kız o kadar korktu ki ağlamaya başladı. Her bir gözyaşı bir çiçek oluyordu. O gece yarısı kuşlar onun ağlamasıyla uyandılar. Zeus’a çok kızdılar. Koluna, başına kondular, cıvıldadılar. Sinope’ye zarar verme, o kimseyle evlenmek istemiyor, dediler. Kızın gözyaşları da bu yalvarışlara eklenince katı kalbi yumuşattılar.
Zeus ne kadar yumuşarsa yumuşasın, öç almaktan kaçınmadı. Sinope’yi Karadeniz kıyılarında ıssız bir yere bıraktı. Sinop şehri işte sonradan bu yerde kuruldu. Adını Irmak tanrısının kızı Sinope’den aldı dememizin nedeni
www.filizinkalemi.blogspot.com
ŞEHİRLERİMİZİN ADI NE ANLAMA GELİR
Muğla’nın eski adı; Muğla ile başlamak isterim. Tabi ki Bodrum ve Bodrum efsanesini de anlatacağım, ama öncelikle içimden Muğla geldi.
Muğla’nın Ege bölgesinde bir il olduğunu hemen hemen herkes bilse de ilk hatırlanmada aklımıza Akdeniz Bölgesi gelir. Bence Muğla’nın bir yazlık olarak algılanmasından.
Muğla’nın eski adı “Mobolla” idi. Küçük krallıklar arasında durmadan el değiştiren bir şehirdir. Muğla Roma imparatorluğunun parçalanma aşamasında Bizans’ın payı oldu. Bazılarına göre Muğla’nın ismi Çine çayından geliyordu. Çine çayından geldiği düşünülürken Bodrum’un isminin Gökbelde olduğu da unutulmamalı.
EFSANE
Muğla ismindeki çoban kavalı çok güzel çalarmış. Bir gün Gökbel’de de koyunlarını otlatırken bir peri kızına rastlamış. Peri kızının da elinde lir varmış.
Güzel kız yemyeşil ovada çobanın karşısına çıkmakla kalmamış, bir de onunla yarışmaya kalkmış.
“Ey güzel kaval çalan çoban benimle yarışır mısın?” diye sormuş.
Çoban kendine çok güvendiği için yarışmayı kabul etmiş.
“Tamam, güzel peri kızı yarışalım” demiş
Peri kızı bu kez şart ileri sürmüş;
“Yarışalım, ama kim kaybederse, yarışmayı kazananın dilediğini yapacak. Ne isterse istesin” demiş.
Çoban, peri kızının bu isteğini de düşünmeden kabul etmiş.
Çobanın çok güzel bir türkü çaldığını tahmin edebilirsiniz. Peri kızı durur mu, o da bir türkü çalmış. Çoban kuş sesleri çıkarmaz mı, peri kızı da kuş sesleri çıkarmış.
Peri kızı kazanmak istediği için kurnazlık da düşünüyormuş.
“Şimdi herkes çalgısını tersinden çalacak” demiş.
Zavallı çoban, tersinden çalamamış kavalını, evirmiş çevirmiş bir türlü olmuyormuş. Hiç ses çıkmamış, boşu boşuna soluk tüketmiş.
Sonunda peri kızı yarışmayı kazanmış, çoban da yenildiğini kabul etmiş.
Peri kızı Muğla isimli çobanı ırmak haline getirmiş. Gökbel’de akan ırmak işte bu çobanmış.
Bu ırmağı görmek için insanlar uzak yollardan akın akın gelmişler. Zamanla o ırmak kenarları yerleşim yeri olmuş. Muğla ili böylece kurulmuş.

BURSA
Türkiye’nin beşinci büyük şehri Bursa’dır. Eski çağlarda Bitinye adı verilen bölgenin başşehriydi Bursa. Bursa’yı kuran da Bitinya Kralı Prusias’tır. Önce Bursa’nın adı “PRUSA” oldu.
Günümüzde Bursa bir sanayi şehridir. Ama benim izlenimlerimi almak isterseniz, bursa benim için eğlence merkezimdir. Hem eğlenirim hem de dinlerim. Eşim ve çocuklarımla çoğu zaman alış verişlerimi bile arabamızla geçerken otoban üzerindeki o çok güzel sunum yapan mağazalarından alırız. Kaplıcaları sıcacık suları, kış aylarında Uludağ’ı sanki Türkiye için bir nimettir.İstanbul’da bir hafta sonu planı yapmak, dostlarla mutlu birkaç gün geçirmek Bursa’ya gitmekle mümkün olur. Sizlere de bu tür planlarda söz hakkı verildiğinde Bursa’ya gidelim diyebilirsiniz. Hayvanat Bahçesi. Kır kahveleri, sokak araları en sevdiğim mekanlarıdır. Sizlere türbe ve tarihi camilerinden de söz etmek isterim, ama oralara mutlaka gidip göreceksiniz diye düşünüyorum. Bir imza programı içinde Bursalı gençlerle ve çocuklarla tanıştım. Belediye’nin Kütüphanesinde yapılan bu etkinlik bana Amerika’daki kütüphaneleri anımsattı. Etkinlik, imza, çocuklar ve kitaplar her şey özenle hazırlanmıştı. Bu kuruluşta çalışan insanlar çocuklara kitap sevgisi verebilmek için özenle seçilmişti. Çocukların ve gençlerin kitaba olan sevgilerini görmem de unutamayacağım anılarımın arasındadır. Gelin hep beraber Bursa’ya bir KÜLTÜR ve etkinlik şehri diyelim
SÖYLENTİ
Polifemos, Hylas ve savaşçı Herakles çok iyi arkadaştırlar. Birlikte savaşa katılırlar. Mudanya’ya(Mirlea- o günkü adı) ulaşırlar. Herakles bir şanssızlık yaşar; küreği kırılmıştır, yerine yenisini yapmak zorundadır. Mudanya’da bir ağaç dalına uzanır, onu kürek yapmak için keser.
Hylas, arkadaşı kürek yapmak için uğraşırken, su aramaya gider. O kadar uzaklaşır ki ormanın içinde kaybolur.
Yakışıklı ve güzel bir genç olan Hylas’e aşık olan su perileri onu saklamışlardır. “Hylas! Haylas” diye bağırarak ormanın içine dalan arkadaşları, günlerce dolanırlar. Ne yazık ki bulamazlar. Herakles yoluna devam etmek zorundadır.
Polifemos’un arkadaşına kavuşma umudu kaybolmaz. Herakles umudunu kaybetmiş bir şekilde yoluna devam eder. Polifemos mutlaka bulacağına inanır, orada kalıp aramaya devam eder. O bölge Polifemos’un gelecekte yaşayacağı yer olur. Yöreye yerleşir. Önce ova üzerinde KİOS şehri daha sonra PRUSA kurulur. Yani o şehir bu gün BURSA şehridir.

MANİSA
Çocukluğumda tanıdım Manisa’yı. Babamla “İzmir’e gidip de Manisa’ya gitmeden olmaz demişti.” Manisa Tarzan’ını törende gördüğümü arkadaşlarıma anlatırken çok gururlanırdım. Sekiz on yaşlarındaydım, şehrin tek yabancı konuğu sanki bendim, bana baktı, yanıma yaklaştı, güldü.
İlk kez SU KABAĞI projesi Tan Yuvada Kazasker Lions desteği ile başlatmıştım.
Minik elleriyle anaokulu öğrencilerine tohumları ektirirken çok heyecanlıydım. Su Kabağı-Müzik kitabı, Tekerlekli Sandalye –Öykü teliflerini bağışlamıştım. Radyo programları ve birçok etkinlik.
Henüz İstanbul’da engelli kardeşlerimiz için özel alt sınıflara hazırlayan anaokulları yapılandırılmamıştı. Müzik kitabının ve diğerlerinin telif gelirleriyle ilk özel alt sınıfları tefriş edilerek hazırlandı. Zamanın Bakanı Köksal Toptan’ın çabaları unutulamaz. Sayın Bakan ve Kazasker Lions üyeleriyle birlikte açılışını yaptığımız Yahya Kemal Beyatlı; özel alt sınıflar için öğrenci yetiştiren anaokullarının, İstanbul gibi büyük bir şehirde ilkidir. Su Kabağı tohumlarını dağıtarak, güneş, su, toprak ve ülke sevgisi aşılayan proje bu önemli göreviyle de ayrı bir önem taşır.
MAGNESYA-MANİSA
Ege bölgesindeki Manisa’nın ismi çok büyük değişimlere uğramadı. Yunanca olduğu sanılan “Magnesya” sözünden geliyor. Türklerin koyduğu Manisa ismi önce “Magnesya” olarak söyleniyordu.
Şehri Süleyman Şah ele geçirmeden önce sırasıyla; Lidya, Pers, Makedonya, Rama ve Bizans egemenliklerinde kaldı. Bu şehir Birinci Haçlı seferlerinden sonra bir kez daha Bizanslıların eline geçti. Anadolu Selçuklu Devletinin Uç beylerinden biri olan Saruhan Bey tekrar ele geçirdi. Anadolu Selçuklu Devletinin de son yıllarıydı, alınan şehir başkent yapıldı. Manisa daha sonra Yıldırım Beyazıt tarafından Osmanlı topraklarına katıldı.
EFSANE-AĞLAYAN KAYA
Manisa’daki ağlayan kayanın Kral Tantalos’un kızı Niobe olduğuna inanılır. Niobe’nin on iki çocuğu vardır. Çocuklarıyla gurur duyar, başkalarını küçümser. Onları çok üstün görür. Leto çok kıskanır. Çocukları Artemis ve Apollondan Niobe’yi cezalandırmalarını ister. Böylece onlar Niobe’nin çocuklarını öldürürler.
Niobe’nin acısı sonsuzdur. Acıyı dindirmek için Baştanrı Zeus Niobe’yi kaya haline dönüştürür. O gün bu gündür, acısı dinmez, halen kayadan yaşlar gelir.


AKÇAABAT
Şirinliği ile ünlü olan Akçaabat herkesin görmesi gereken bir yerleşim yeridir. İsmini ünlü kalesinin beyaz renkli taşlarından alır. Akçaabat kalesi zamanında limanı korumak için yapıldı.
AKÇAABAT ÖYKÜSÜ
Bizans’ın tekfuru çocuk sahibi olamıyormuş. Bir gece ilginç bir rüya görmüş. Rüyasında kapkara sakalları olan bir papaz ona; “senin bir kız çocuğun olacak. Ama onu hiç güneşe çıkarmayacaksın, güneşe çıkarırsan sararıp solacak. Çocuğun hiç güneş görmemesi lazım” demiş.
Bir gün Bizans tekfurunun gerçekten bir kız çocuğu olmuş. Çok sevinmişler. Çaresiz tekfur, kalenin içinde hiç penceresiz bir oda inşa ettirmiş. Kızını bu odaya koymuş. İçeri güneş giremiyormuş.
Günler geçmiş, tekfurun kızı büyümüş.
O yılların birinde Selçuklu Türkleri kaleyi kuşatmışlar. Bir türlü kaleyi ele geçiremiyorlarmış. Sonunda yeraltından bir tünel kazmaya karar vermişler.
Tekfurun kızı kazılan bu tünelden gelen yakışıklı bir askeri görünce, şaşırmış. O an âşık olmuş. “Beni buralardan al götür, yakışlıklı asker “diye yalvarmış. Meğer asker de, bir bakışta kıza âşık olmuş. Kızın yalvarmalarını yanıtsız bırakması olanaksızmış.
Askerle tekfurun güneş görmemiş kızı birlikte çıkmışlar. Kız bir anda kendinin gün ışığının içinde bulmuş. Sararıp solmaya başlayan kız; yanındaki askere hayran hayran bakarken, ne yapacağını bilememiş. Birkaç adım sonra da ölüp kalmış.
Kızın öldüğü yerde beyaz zambaklar bitmiş.
Kaleyi ele geçiren Türk komutanı kızın öyküsünü dinlemiş. Çok üzülmüş. Kızın öldüğü yere taşları bembeyaz bir türbe yaptırmış. Zamanla herkes bu türbede adak yapmaya başlamış. Özellikle sevgilisine kavuşmak isteyen âşıklar gelirmiş. Daha sonra o türbenin etrafında evler kurulmuş.
İşte o yöre Trabzon’a bağlı, Akçaabat ismini alan o şirin yerleşim yeri olmuş

ANKARA
Ankara bir zamanlar bağlar bahçeler diyarı bir yöreydi.
Anakara’nın adı Engürü olarak geçer. Ankara sözünün üzüm anlamına geldiğini Engür sözünden türediğini söyleyen kaynaklara rastlarsınız.
Yunanca’da koruk anlamına gelen “Agurida” sözü de vardır.
Hint-Avrupa dilinde “eğmek “ anlamına gelen ANK
Sanskritçe’de “Kıvrıntı” anlamına gelen “ANGAB” sözü var.
Latince’de “çengel” anlamına gelen, “ UNCUS” sözünden türediğini savunanlar da var.
Frigya’da da “ANK” sözcüğü var.
Engebeli, kıvrıntı sözcüğünden aldığını kabul etmek en mantıklısı gibi görünüyor.
Sırasıyla Ankara; Ankrya, Ankura,Ankuria, Angur, Engürü, Engürüye, Angare, Angora, Ancora, ve son olarak da ANKARA ismini aldı.
TÜRKÇE ZENGİN BİR DİL
Şiveler ağızları, ağızlar diyelekleri, diyelekler dilleri yaratır.
Türkçenin fakir bir dil olduğunu söyleyenler aldanmaktalar. Bir çok ülkede ana dil olarak konuşulan Türkçe DİYELEK bakımından oldukça zengin bir dildir. Bir dilin diyaleği olabilmesi için başka ülkelerde anadil olarak konuşuluyor olması gerekir.
Şive bir kültür olayıdır. Ağızlar ayni ülke içinde şehirlere göre değişir, ya da bölgelere. Diyelekler sınırlar aşıldığında ortaya çıkar.
Ağızlar konuşulduğu gibi yazılmaz, bizim Türkçemiz İstanbul ağzı ile konuşulur ve yazılır. İstanbul ağzı ortak ağız seçildi. Yazı dilinde her zaman ortak ağız kullanılır.
Lehçeler(Diyelek) konuşulduğu gibi yazılır.
Bazı Avrupalılar Türklere barbar diyerek haksızlık ederler.
Alfabe medeniyetin göstergesidir. Türkler bu durumda iki kat daha medeni kabul edilmeli. Türklerin iki alfabeleri vardır. Bizim kullandığımız alfabe olduğu gibi kopya edilmiş bir alfabe değildir. Oysaki Avrupalıların kullandığı Latin Alfabesi yüzde yüz kopyadır. Romalıların Fenikelilerden aldıkları bir alfabedir.
Atatürk Latin alfabesinde olmayan harflerin nasıl kullanılacağını öğretme görevini üzerine alıp, dilimize yeni harfler kazandırdı (ı,ş,ü,ç,ö,ğ). Bununla da yetinmedi, bazı harfleri de çıkardı. Bu harfleri kolaylıkla anımsayabilirsiniz (q,w,x) Alfabemizin ismi “Yeni Türk Alfabesi” olarak kabul edildi. Bize öğretme görevini üstlenen Atatürk’e de BAŞÖĞRETMEN ünvanı bu önemli görev nedeniyle verildi.
ANTAKYA
İsa’dan önce 4000 yıllarından söz ediyoruz. Şöyle bir düşünüp, ne kadar eski bir yerleşim yeri olduğunu kabul edebilirsiniz.
Kurulduğu günden beri de üzerinde yaşam olan bir şehir.
Antakya’da önce Hititler yaşamaya başlıyor. Antigonos büyük bir general, bu büyük general, önce Suriye ve ardından Antakya’yı işgal eder.
Antigonos Makedonya kralı Büyük İskender’in Generallerindendir. İşgal ettiğinde, Antakya diye bir şehir yoktu, toprak vardı.
İsa’dan önce 300 yıllarında Makedonya Kralı Seleukoz Antakya’yı kurdu. Siz de olsanız belki onun gibi yapardınız, kurduğu şehre babasının ismini verdi. ANTİOKHİA şehrin adı oldu. ANTİOKHİA zamanla çok büyüdü. Başşehir olmayı başardı.
Bizanslılar, Romalılar ve Yunanlılar bile bu şehri ele geçiremediler. Çin ve Doğu Türkistan’dan gelen ticari kervanların kavşak noktasıydı. Çok önemli bir şehirdi.
Yavuz Sultan Selim Antakya’yı 1515 de Osmanlı topraklarına kattı.
GÜZEL “İSKENDERUN”
Antakya’dan söz edip de, güzel İskenderun’dan söz edilmez mi?
Deniz kenarında şirin bir yerleşim yeri. İskenderun’u da Büyük İskender kurdu. Antakya’dan bir yıl sonra kuruldu. Yani 1516 da.
İsmini kurucusundan alır. Önceleri ismi, Küçük İskender’di, yani Aleksandria Minor. Mısır’da da İskenderiye şehri vardı, onu da İskender kurmuştu. İskenderun’a küçük denmesinin nedeni ikisinin birbirine karışmaması içindi. Çok güzeldi, ama gerçekten küçüktü.






EDİRNE
Edirne yalnız Edirnelilerin değil. Türkiye’ye adım atan her yabancının bizleri tanıyabileceği bir yerleşim yeri.
Eski adı Odris olan Edirne önemli bir şehrimiz diye düşünüyorum. Bu günkü Edirne daha özel, bakımlı olabilir. 21. Yüzyılda yaşarken Edirne yalnız bırakılmamalı. Biraz sanat, biraz gözü mutlu eden düzenlemelerle hoşlanılacak bir hale getirilmeli.
Göbekler, yol çizgileri, Avrupa şehirlerindeki gibi dönüşleri gösteren renkli oklarla hemen anlam kazanabilir. Edirne’ye her gidişimde Brüksel’in Tervuran kasabasını hatırlarım. Tervuran çok sevilen bir yerleşim yeri olmasına rağmen Belçikalıların gözdesi değildir, ama dışardan gelen yabancıların çok ilgisini çeker. Keşke Edirne başkanları Tervuran ile Edirne şehrini kardeş yapsalar. Birbirlerinin güzelliklerini paylaşsalar diye düşünürüm. Biraz düzenlemeyle oradan çok daha güzel olabilecek bu önemli şehrimizin kalbimde ayrı bir yeri vardır. Özellikle Selimiye Camisi çevresindeki karışıklık Kapalı-çarşısının güzelliğini bile unutturacak hale getirebiliyor. Bence Selimiye Camisinin etrafı sokak satıcılarından ve kargaşadan arındırılmalı. Caddelerde ve sokak aralarındaki su sızıntıları, ıslaklıklar, çağa uymayan trafik akışı düzenlenmeli diye düşünüyorum.
Edirne’yi sevenler mutlaka onun güzelliği için binaları yıkmadan, yeni binalarla güzel tarihi şehri boğmadan da bir şeyler yapabilirler.
İSMİ NEREDEN GELİYOR
İkinci Yüzyılda yeniden, Hadrianus tarafından kurulduğu için adı; Hadrianopolis olarak kabul edildi.
İsim yanına eklenen ek (opolis) şehre, “onun şehri” anlamını verir. Kendi adıma bir şehir kurmaya karar versem, bu kurala uyarsam adının “Filizopolis” olması gerekir. Yani filiz’in şehri. Sizler de kendi isimlerinize göre şehirler kurabilir, o şehirlere isim verebilirsiniz.
Trakya’da, İstanbul’dan sonra en büyük şehrimiz Edirne’dir. İlk kez kurulduğunda ismi Odris olan Edirne, Tunca ve Arda ırmaklarının birleştiği yerdeydi. Roma ve Bizans egemenlikleri altında kaldı. Birinci Murat zamanında Bizanslılardan alınıp Osmanlı ülkesine katıldı. Batılı kaynaklarda uzun zaman ismi; Adrianopolis olarak görülür. Bu günkü ismini Osmanlılar verdi.